15 Nisan 2017 Cumartesi

alkali diyet

doğru nefes alarak kandaki oksijen miktarının artırılması alkali olmak için çok önemlidir.

diyetlerde kastan protein kaybedilmemesi için özellikle daha fazla protein önerilir. oysa; yüksek protein alındığı halde diyet yaparken kastan protein kaybedilir. bunun sebebi hayvansal proteinlerin asitlenmeye sebep olmasıdır.
bir diyetle kasları korumanın yolu protein miktarını artırmak yerine alkali besinleri artırarak böbreğin, kasları oluşturan glutamini asit tamponu olarak kullanmasını engellemektir.

*suyu alkali için
*limon, misket limonu, elma sirkesi suyla tüketilince vücudu alkali yapar
*karbonat katarsanız suyun pH'ı alkaliye yükselir
*asitli kaçamaklar yaptığınızda içtiğiniz suyun miktarını artırın

günün kaçamak saati; öğle yemeğinden 2 saat sonra, akşam yemeğinden 2 saat önce.

akşam en ufak parça karbonhidratlı, şekerli besin yediğinizde gece ukuda yaşlanırsınız. akşam yemeğini insülini hareketlendirmeyecek şekilde ayarlarsanız uykuda gençleşirsiniz.

beslenme planı
kahvaltı (doyana kadar)
lor peyniri
salatalık ve diğer yeşillikler
siyah tuzsuz zeytin
4 yumurta beyazı ve 1 sarısı ile omlet veya haşlama
az miktarda tereyağ
keçi, koyun peyniri türleri
1 avokado -limonla-
2 dilim glutensiz ekmek

öğlen
çorba
ızgara hindi/tavuk
salata
balık
zeytinyağlı sebze yemeği
haşlama, buharda pişmiş tüm sebzeler
baklagiller
glutensiz undan makarna-pizza

akşam - öğlen yemeğinden en az 4 saat sonra (18:00 idealdir - 20:00 sınırdır)
ızgara balık
her türlü sebze
hindi eti-tavuk göğsü-kuzu dana eti-dana ciğeri-kelle paça
(yenilen protein miktarının 4 katı kadar çiğ sebze yenmelidir)

yemekleri düşük ısıda, 40 derecenin altında, yavaş ve uzun sürede pişirmeliyiz.

protein diyetlerinin tercih edilme sebebi
hayvansal proteinlerin diyetlerde tercih edilmelerinin sebebi, karbonhidrat ve şeker içermedikleri için insülin cevabı oluşturmamalarıdır.

kemiklerimizi korumak için kalsiyum almamız gerekir. kalsiyumu sütle almaya çalışırız. süt sebep olduğu asitlenmeyle kemiklerden daha çok kalsiyum kaybına sebep olur.

egzersiz sırasında terle kaybedilen sıvıyı yerine koymanın ve laktik asit oluşumuna bağlı asitlenmeyi gidermenin en kolay yolu, saat başına 1 lt yüksek alkali su içmektir.

bikarbonat, sporcularda kasta oluşan laktik asidi azaltır, sporcu dopingidir. bazı özel sporcu içeceklerinde bikarbonat vardır. yorulmayı geçiktirir.
spor yaparken saat başına 1 lt. karbonatlı su tüketmek spor verimini artırır. 1 litreye yarım çay kaşığı eczaneden alınan saf karbonat yeterlidir.

badem sütü içeriğindeki kalsiyum ve magnezyum sebebiyle yüksek alkali yapabilme kapasitesi vardır. haftada iki kez tüketilmesi önerilir.

doğal elma sirkesi
elma sirkesi diyabette, kolesterolü düşürmede, kanserde, kilo vermede, metal zehirlenmesinde, fibromiyaljiye bağlı kas ağrılarında yararlıdır.
elma sirkesindeki malik asit, enerji üretimi sırasında elektron verici olarak çalışır. alkali yapan tüm maddeler gibi fazladan elektronu vardır.
elma sirkesinin kilo vermeye etkisi, alkali özellikleriyle yağ yakımını kolaylaştırdığı ve mevcut glikozun karaciğer tarafından kullanılmasını artırdığı içindir. elma sirkesi kan glikozunu azaltır.

şeker, vücudun kısa dönemde enerji kaynağı ama uzun dönemde en önemli asitlenme kaynağıdır. yiyeceklerden aldığımız fazla şekerin başına gelecekler şöyledir;

*pankreas, şekeri gördüğü anda insülin üretir. insülinin tek derdi kandaki fazla şekerden kurtulmaktır
*insülin, kandaki şekeri hücrenin içine sokmak ister. şeker burada enerjiye çevrilmelidir
*insülin, şekerin bir kısmını ise kasta ve karaciğerde enerji deposu olarak tutmak ister
*kanda hala fazla şeker varsa, insülin bunları yağlarla birleştirip yağ deposuna gönderir

kandaki şeker yeterince azalmadıysa artık insülinin yapacağı hiçbir şey kalmadığı için, vücut mutlaka bu şekeri kandan uzaklaştırmanın yolunu arar. bu yolların sonu çeşitli hastalıklardır.

meyve şekeri olan fruktoz, bizi normal şekerden daha fazla yaşlandırır.

neye mal olursa olsun, şekerin kanda belli seviyenin üstüne çıkmaması sağlanmalıdır. AGE, şekerlenmiş son ürünler anlamına gelir. şekerin proteinlere geridönüşümsüz yapışmasından oluşur. bu yapışma o proteinin esnekliğini bozar. esnekliği bozulup sertleşen proteinlerin bulunduğu organda fonksiyon bozulur.

sadece aç kalarak, kalorileri sayarak, iyi yağları kısarak kilo verirsek, aynaya bakınca kalın belli, soluk mat ciltli, depresyona eğilimli birini göreceğiz. kilo vermek için yağ yemeliyiz. omega 3'ler bizi hem asitlenmeden, hem kilolardan korur.

kaynak: alkali diyet


13 Nisan 2017 Perşembe

dünya dışı uygarlıklar

''dünya dışı uygarlıkların bazı temasçılara ve hükümet yetkililerine, gezegenimizi radikal şekilde dönüştürebilecek, ekosistemi süratle iyileştirebilecek, küresel ısınmayı sona erdirebilecek sıfır maliyetli temiz enerji sistemleriyle dünyayı fosil yakıtı bağımlılığından kurtaracak açlık ve fakirliği de ortadan kaldırabilecek bilim ve teknolojilerinden bahsettiklerini biliyoruz. bu teknolojilerin bir bölümü açık fikirli bazı bilim insanlarınca da denenmiş ve başarıya ulaşmış durumda. ancak enerji kartellerinin baskıları ve siyasi sebeplerle insanlığın kullanımına sunulması engelleniyor.

neden bu teknolojiler açıklanmıyor? çünkü, o takdirde dünyanın sosyal, ekonomik ve jeopolitik düzeni büyük ölçüde değişecektir. bu konunun bu kadar yüksek dereceli bir gizliliğe tabi tutulmasının sebebi, sonuçlarının olağanüstü geniş kapsamlı olacağı gerçeğidir. doğal olarak, bu projeleri kontrol eden güçler değişim istemiyorlar. uygarlığımızın yok olması pahasına statüko korunmaya çalışılıyor.

galaktik uygarlıklar faaliyet ve temaslarını halen gezegenimizin her bölgesinde sürdürmekte olup, zaman zaman geniş kitlelere kendilerini gösterip reaksiyonlarını ölçmekte, dünyadaki ortalama bilinç düzeyinin ''kıvamını'' test etmektedirler.

dünya dışı bir uygarlık tarafından, 1990 yılında porto riko'da gerçekleştirilen test son derece çarpıcı bir örnektir;
havada f-16'lar tarafından eskort edilen bir dünya dışı araç porto riko'nun kalabalık bir turistik bölgesine iniş yapıyor. dünya dışı varlıklar araçtan inerek kısa süre halkın arasında dolaşıyor ve kendilerine gösterilecek tepkiyi ölçüyorlar. adanın belediye başkanı olaydan sonra başkan bush'a bir mektup yazarak olayı anlatıyor ve şunları söylüyor;
''ilk önce bu görüntü herkesin hoşuna gitti ancak daha sonra olayı izleyen kalabalığın gerilmeye başladığını gördük, halka nasıl bir açıklama yapmalıyım?''
başkan mektubu, dünya dışı varlıklar konusundaki danışmanı dr. michael wolf'a iletiyor ve arkasından mektup t52-exemp (e) damgası vurularak gizli dosyaların içindeki yerini alıyor.
(t52-exemp (e), belgenin üzerindeki gizliliğin hiçbir şekilde kaldırılamayacağı anlamına gelmektedir.)

ilk dünya dışı mülteciler - uzun beyaz ırk
tıpkı dünya dışı bağlantılı diğer olaylar gibi, nevada'da yaşanan ''uzun beyaz ırk'' olayı da kamuoyu tarafından bilinmese de, devlet kontrolünde ilk dünya dışı mülteci kabulü olarak tarihe geçmiştir. tebeşir tonuna yakın beyaz deri renkleri, beyaz saçları ve 2 metreyi aşan boyları sebebiyle ''uzun beyazlar'' olarak anılan bu dünya dışı ırkla ilgili anılarını ''millennial hospitality'' (binyılın konukseverliği) adlı kitabında anlatan tanık charles hall, nükleer fizik alanında mastır derecesi olan ve abd hava kuvvetleri'nde hava gözlemcisi olarak görev yapan biriydi.
abd hükümeti tarafından, 1954 anlaşması sonrasında bu ırk temsilcilerine ve ailelerine nellis hava üssü (nellis air force base) yakınındaki ''indian springs'' adı verilen bölgede yaşam alanı tahsis edilmişti. askeri üste görevli hall 1965-67 yılları arasında bu mültecilerle yakın iletişim kurmuştu. uzun beyazların, bizden çok ileri bir teknolojiye sahip olmalarına karşın, dünyayı kolonize etme gibi bir niyetleri olmadığını da vurguluyordu. nellis hava üssü, nevada çölünün ortasında, çok gizli projelerin yürütüldüğü ve uçuşa yasak bir bölgede yer almaktadır. son derece kapsamlı bir gizlilik prosedürüyle ve askeri polis tarafından çok katı bir güvenlikle korunmaktadır.

uzun beyaz ırk'la iki yıl geçiren hall deneyimlerini şöyle aktarıyor;
''onlarla ilk karşılaşmam 1965 yılının mayıs sonu, haziran başları gibiydi. ancak, yaşadığım şoku ve doğal korkumu kontrol altına alabilmem, ayrıca deneyimin gerçekliğini kabullenmem aylar sürdü. kitabımda da anlattığım gibi, yaşadıklarımı aylar boyunca inkar ettim ve olabilecek başka her açıklamaya kendimi inandırmaya çalıştım. onların hala orada yaşadıklarını düşünüyorum, çünkü, yaşam alanları indian springs vadisi'nin kuzey ucundaki dağlarda oluşturulan kalıcı inşaatlardır. yeraltında yaşıyorlardı. ana hangar dağ eteğinin içine oyulmuş bir yerdi. uzun beyazların uzay araçları kolaylıkla bölgeye iniyor ve hangar girişinden içeriye giriyorlardı. ayrıca las vegas civarındaki sivil uçuşları engellemeden hangardan kolayca ayrılıyorlardı.onların yanına kolaylıkla yaklaşamazsınız. isterlerse onlar size yaklaşır.

uzun beyazların yaşam süreleri bizim yaşam süremizin yaklaşık on katıdır. bizim yaşlandığımız şekilde yaşlanmıyorlar. dünya yılına göre, ömürlerinin yaklaşık 400, yılında bir tür ikinci büyüme aşaması geçiriyorlar ve boyları 2,4 metreye kadar ulaşıyor. yaklaşık 800 yaş civarında organ yetmezliğinden ölüyorlar.kendi gezegenlerinde günler daha uzun olduğundan uyku düzenleri de farklı. genellikle iki tam dünya günü uyanık oluyorlar ve ardından yine iki tam gün uyuyorlar.''

uzun beyazların kökeni ve dünyada nasıl yerleştikleri konusunda farklı iddialar vardır. bu varlıkların mojave çölü'nde görülmeye başlamaları 1954 yılına rastlıyordu. bu da, eisenhower yönetiminin anlaşmaya vardığı ırkın uzun beyazlar olabileceğini akla getirmektedir. hall, hava kuvvetleri generallerinin ve diğer bazı kıdemli subayların düzenli olarak, uzun beyazların ''elçi'' statüsündeki liderleriyle bir araya geldiklerini ifade ediyor. hall'a göre uzun beyazlar pentagon ile bir dizi anlaşma yapıyorlar ve kendilerine yaşam alanı tahsis edilmesi karşılığında, yüksek teknoloji içeren projelerde askeri yetkililerle birlikte çalışıyorlar.

örneğin hall'a göre, abd'ye nükleer güçle çalışan bir uzay aracı yapımı konusunda teknolojik bilgi aktarmış olmalarına rağmen, uzayın derinliklerine seyahat edilmesini sağlayacak ''karşıt-yerçekimi ile çalışan uzay aracı'' teknolojisini vermeyi reddetmişlerdir. uzun beyazların elde ettikleri haklar yaşam alanı tahsisi ile sınırlı kalmıyor. maden vb. bazı dünya kaynaklarının da -henüz bilmediğimiz bir amaçla- elde edilmesi hakkına da sahip oluyorlar.

howard menger
temasçı howard menger'in hikayesi, dünya dışı varlıklarla kurduğu çok yakın sosyal ilişkiler bakımından diğerlerinden biraz farklı bir nitelik kazanmıştır.
kendi güneş sistemimizden geldiklerini söyleyen varlıkların (fiziksel olarak neredeyse kusursuz) toplum içine karışmaları için yardım ediyor, bu sıra dışı konukların günlük işlerini hallediyordu. yaptığı işler arasında bu varlıklara uygun giysiler ve yiyecek getirmek, yerel aksanla ilgili eğitim vermek de vardı. yiyecekler çok özenle seçilen doğal ürünlerdi. (menger dünya dışı dostlarının vejetaryen olduğunu anlatmıştı)
misyonlarını tamamlayan dünya dışı ziyaretçiler ayrılıyor, yerine yenileri geliyordu. menger'e, toplum içinde yaşayan ve çeşitli işlerde çalışan başka dünya dışı varlıklar olduğu da anlatılmıştı. menger bu ziyaretçilerle sık sık restoranlarda buluşuyordu.
dünyanın farklı bölgelerinden birçok temasçı dünya dışı varlıklarla temas kurduklarını, bu ziyaretçilerin tek parça ve bedenlerini sımsıkı saran özel giysiler giydiklerini, yüzlerinin iskandinav ırkına benzediğini, uzun saçlı ve kusursuz fiziki görünümde olduklarını söylediler. birbirlerini hiç tanımayan ve coğrafi bakımdan birbirlerinden çok uzak bölgelerde yaşayan temasçıların aktardıkları bilgiler inanılmaz şekilde örtüşüyordu.

1954 anlaşması
anlaşma şartlarına göre, dünya dışı uygarlığın temsilcileri dünyaya herhangi bir müdahalede bulunmayacak, karşılığında biz de onların çalışmalarına karışmayacaktık. onlar bize ileri teknoloji sağlayacak ve teknolojik gelişimimize yardımcı olacaklardı. başka bir dünya hükümetiyle anlaşmaya girmeyeceklerdi. gelişimimizi izlemek ve tıbbi deneyler yapmak üzere sınırlı sayıda insanı alıkoyabileceklerdi. ancak bu faaliyetleri sırasında, alıkoydukları insanlara kesinlikle zarar vermeyecekler ve bu insanlar, alıkonma olayı ile ilgili hafızaları silindikten sonra alındıkları yere tekrar bırakılacaklardı. ayrıca, alıkonan insanların isim listesi düzenli olarak teslim edilecekti.

(cooper'a göre, anlaşma yapılan ''griler'' güvenilir değillerdi. 1955 yılına gelindiğinde, dünya dışı varlıkların eisenhower'ı kandırdıkları ve anlaşmayı ihlal ettikleri anlaşılmıştı. grilerin, alıkonan insanların gerçek isim listesini vermediklerinden ve alıkonan herkesin geri getirilmediğinden kuşku duyuluyordu.)

john lear; dünya dışı varlıklarla, ileri teknoloji karşılığında az sayıda insanın alıkonmasına izin verilerek anlaşma sağlanmıştı. alıkonan insanların isim listesini periyodik olarak teslim etmeleri gerekiyordu. ancak, talep ettiğimiz teknolojiden çok daha azını verdikleri gibi, alıkoydukları insanların sayısı, bizim safça onayladığımız sayının neredeyse bir milyon katıydı.

iddiaya göre, bu gelişme askeri ve hükümet çevrelerinde ciddi endişe ve korkuya yol açmaya başlamıştı.

yüzbaşı bill uhouse - ekim 2000
yüzbaşı bill uhouse savaş pilotu olarak 10 yıl marine corps'ta, 4 yıl da, wright-patterson hava üssü'nde, test aşamasındaki bazı uçaklarda görev yapmıştı. daha sonraki 30 yıl içinde karşıt-yerçekimi sevk sistemleri mühendisi olarak savunma sanayiinde çalışmıştı. görevi, gerçek uçan diskleri de kapsıyordu. yüzbaşı uhouse ifadesinde;
''test edilen ilk disk 1958 yılında kingsman-arizona'da düşen ve yeniden çalıştırılan dünya dışı bir araçtı. dünya dışı varlıklar abd hükümetine bir uzay aracı verdiler. bu araç 51. bölge'ye nakledildi. araca refakat eden dört dünya dışı varlık ise los alamos'a götürüldü.''

dünya dışı ziyaretçilerin sivillerle bireysel temas kurmalarının sebebi nedir?
bunun başlıca nedeni, dünya dışı uygarlık temsilcilerinin yetkililer ile yaptıkları görüşmelerden çeşitli sebeplerle olumlu bir sonuç alamamış olmalarıdır. bu sebeplerden en önde gelenleri, devletlerin ulusal güvenlik endişeleri ve uyguladıkları gizlilik politikasıdır. kozmik ziyaretçiler ilk aşamada dünyanın politik düzenine saygı göstererek, yerleşik resmi yapılarla işbirliğine gitme çabasına girmişlerdir. ancak, bu yöntemle tabana yani halka ulaşamayacaklarını anlayan ziyaretçiler, zaman içinde, resmi şahıs ve kuruluşları atlayarak ''sivil diplomasi'' yoluna başvurmuşlar, iletişim kurdukları bireyler aracılığıyla mesajlarını kendilerinden haberdar olmayan kitlelere ulaştırma çabasına girmişlerdir.

temasçı fenomeninin belki de en tartışmalı yönü, dünyada, tam içimizde yaşayan dünyadışı varlıklara ilişkin olarak aktardıkları bilgilerdi. bu sadece temasçılar tarafından değil, bazı askeri yetkililer tarafından da doğrulanıyordu. bu ifadelere göre, insandan ayırt edilemeyecek bazı dünya dışı ırkların temsilcileri, içinde yaşadıkları ülkenin dilini ve kültürel/sosyal davranış şekillerini kolayca öğrenerek toplumun içine karışmışlardı.''

kaynak: galaktik diplomasi

12 Ağustos 2016 Cuma

Rüzgara Karşı Yürüyen Adam

ankara'da ataturk kultur merkezi'nin bahcesine dikilen nazim hikmet yontusunun acilis toreni, 9 aralik 1995 cumartesi gunu, kultur bakani fikri saglar'in katilimiyla yapildi. torende nazim hikmet kultur ve sanat vakfi baskani, turkiye yazarlar sendikasi baskani, 68'liler birligi genel baskani, aydinlar, sanatcilar yer aldilar.

azeri yoncutu sait rustem, sairin otuz kirk yaslarindaki gorunumunu yansitan, 3 metre 20 santim boyundaki bronz yapitina ''ruzgara karsi yuruyen adam'' adini vermis.
solr bir yontu;
saclar ruzgarda... gozlerini kismis, ilerilere dogru bakiyor. paltosunun yakalari kalkik, ama onu iliklenmemis. atkisi yok. gomleginin biraz dik, biraz da bol yakasindan bir boyunbagi sarkiyor. orme bir boyunbagi vardi, o olsa gerek. sol elinde bir kitap. sag elinin parmaklari acik, bir sey yapmaya hazirlaniyor gibi. belki de paltosunun onunu ilikleyecek. ama bakislari butunuyle disa donuk, hazirlandigi davranis kendisiyle ilgili olmasa gerek. pantolonunun pacalari ayakkabilarinin ustune duserken onde kivrim yapmis. fotografta ayakkabilari secilmiyor, denizcilik okullarinda giyilen maskaratasiz ayakkabilari severdi.

elindeki kitap kimin acaba? gorki, lenin, tolstoy? kendisinin oyle kalin bir kitabi yok o gunlerde.

memleketimden insan manzaralari daha yazilmadi, tasarlanmadi bile. yil 1938. ankara cezaevi. otuz alti yasinda yontudaki yasi. ama ilerde de basildigini goremeyecek, hicbir zaman eline alamayacak onu.

sair olurken 537 sayfalik dev yapitinin, bir gun basilip basilamayacagini degil, bir yerlerde butunuyle saklanip saklanamadigi bile bilmiyordu.
ne acı!

bence elindeki kitap lenin'in. sevket sureyya aydemir, tam takim lenin'in butun yapitlarini vermisti nazim'a, onlardan biri olabilir. ama elinde rusca kitapla da sokaklarda dolasilmaz ki. larousse ble alinip goturuluyor evlerden o yillarda.
o yillar. ne o yillari!
benden de behcet necatigil'in en/cam'ini almislardi hani butun kent hep birlikte arandigimizda.

bu yontu konusu nicedir dusunmedigim bircok seyi yeniden dusunmeme yol acti.
kafamda cagrisimlar birbirinin ustune yigiliyor.
ne guzel siirlerdir 1938'de ankara cezaevi'nde yazdigi o uc siir, ''tecritteki adamin mektuplari''

1
senin adini
kol saatimin kayisina tirnagimla kazidim
malum ya, bulundugum yerde
ne sapi sedefli bir caki var
(bizlere alatı-katıa verilmez)
ne de basi bulutlarda bir cinar

2
disarda bahar geldi karicigim, bahar
disarda, bozkirin ustunde birdenbire
taze toprak kokusu, kus sesleri ve saire

3
bugun pazar
bugun beni ilk defa gunese cikardilar

azeri yontucu sait rustem sairin otuz kirk yaslarindaki goruntusunu betimlerken o yillarda yazdigi siirlerinden degil de, cok daha once, 1929'da yirmi yedi yasindayken yazdigi bir siirinden esinlenmis. ''ruzgara karsi yuruyen adam'' deyince insan hemen ''yuruyen adam''i animsiyor.

alni yukarda
kirmizi boyun atkisi ruzgarda yuruyor
yuruyor adim adim
yuruyor agir agir yuruyor

yoncutucun bu sirden etkilendigi acik. yalnizca kirmizi boyun atkisi eksik.

nazim hikmet, 1938'den 1950'ye, cezaevlerinde gecirdigi on iki yilin ilk yarisini sanki tecritte gibi yasadi. anasi, karisi, kardesi, yakin akrabalari, ali fuat cebesoy'un bagislanma dilekceleri yazdirmak icin gonderdigi bakanlik gorevlileri, hasan ali yucel'in opera librettolari uzerinde birlikte calissinlar diye gonderdigi hasan ferit alnar gibi birkac kisi disinda hic kimse, onu gormeye gitmeyi goze alamadi.

degil nazim'i gormeye gitmek, ondan bir haber almak icin yakinlarini aramaya bile cekinirdi insanlar. piraye'yi yolda gorup gormezlikten gelmek dogal bir uygulamaydi. ya ara sokaklara sapilir, ya dukkanlara girilir, ya da dalgin adam tavri takinilirdi.

kimse kimseyi suclamayi da dusunmezdi bu yuzden. piraye alismis, baska bir davranis beklemez olmustu. oylesine ki kopru ustunde nizamettin nazif'le karsilasip konusmalarinin oykusu evde kahkahalarla, ''deli nizam iste!'' diye anlatilirdi.

soyle;
piraye kopru ustunde eminonu'nden karakoy'e dogru yuruyormus. bakmis karsidan nizamettin nazif geliyor. gordugumu belli etmeyeyim de rahat rahat gecip gitsin diye dusunmus. basi onune egik ilerlerken nizamettin nazif'in yanindan gecisini goz ucuyla izlemis. tamam gecti diye dusunmesine kalmadan arkasindan bir nara yukselmis;
''piraaayeee!''
bir de donmus ki, nizamettin nazif kollarini havaya dogru acmis, bes metre oteden bagiriyor;
''piraye, nasilsin, bu ne dalginlik! ne yapiyorsun? deli oglan nasil?''
kopruden gecenler onlara bakiyorlar.

nizamettin nazif durusunu degistirmeye hic niyetli degil, en yuksek perdeden konusmayi surdurecek. piraye ona dogru ilerlemis sesini alcaltsin diye. o gene herkese duyurarak nazim'i sormus, haber almis, selamlar soylemis, ayrilmislar.
''deli nizam işte!''
basina neler gelebilecegini dusunemiyor.

yontunun altligina ''ulkemizin unlu sairlerinden nazim hikmet ran 1902-1963'' yazmislar. her sairin yontusunda var midir boyle bir aciklama? demek nazim icin gerekli. sair oldugu, unlu oldugu, ulkemizin insani oldugu belirtilmis. belirtmek geregi duyulmus.

insanoglu bu. en icten gorundugumuz zamanlarda bile kafamizin arkasinda ne kaygilar tasiyoruz. oysa pek az insan memleketini nazim kadar karsilik beklemeden, onun kadar ozveriyle sevebilmistir.

dizboyu karli bir gece, sofradan kaldirilip, polis otomobiline bindirilip, bir trenle gonderilerek, nicin, neden, ne amacla oldugunu bilmeden, anlamadan, cikaramadan, bir odaya kapatilan bir insan dusunun, hicbir suc islememis, ne olabilir sorusuna bir karsilik yok kafasinda, bir kafka romani yasiyor, ne olacagi, isin sonunun nereye varacagi belirsiz.

boyle korkunc bir bunalim insani her seyden uzaklastirabilir. ne memleket, ne insanlar, hicbir eyin degeri kalmaz. nazim hikmet ise cezaevinde, belirsizlikler ustunde yasarken su satirlari yaziyor;

memleketimi seviyorum
cinarlarinda kolan vurdum, hapishanelerinde yattim
hicbir sey gideremez ic sikintimi
memleketimin sarkilari ve tutunu gibi

ulkemizin insani nazim hikmet.

kaynak: biçemden biçeme

Aziz Nesin'i Dusunurken

''bir gun arkadaslarla birlikte karakoy'e dogru yuruyoruz. daha istanbul'dan adnan menderes gecmemis, yollar acilmamis. ara sokaklar, kahveler, dukkanlarinin onune kucuk hasir iskemleler atip oturanlar.

yol boyunca, sasilacak sey, herkesin elinde kucuk bir gazete, kimi icinden, kimi yuksek sesle, kimi heceleyerek okuyor. gulumseyen, gulen, kahkahalar atanlar, ''bir daha oku sunu'' diyenler. bir senliktir gidiyor.
baktik, gazetenin adi ''markopasa''

arkadaslardan biri daha onceden duymus boyle bir gulmece gazetesi cikarilacagini; ''sabahattin ali'nin gazetesi bu'' dedi.
bir hanin avlusundan gecip karakoy'e acilan kapidan cikarken oradaki gazeteciden bir ''markopasa''da biz aldik. basyazisi mi vardi, bir yerinde adi mi yaziliydi, nereden anladik bilmiyorum gercekten sabahattin ali'nin gazetesiydi.

''markopasa''yi her hafta izlemeye basladik. yasam guclukleri, karaborsa, abd ile iliskiler, chp'nin baskici davranislari derken gazetenin altmis bin basilip satildigi soylenir oldu. o yillarda gunluk gazeteler bile bunun yarisikadar basiliyordu.

ulkeyi yonetenler tedirgin, polis bir yolunu bulup gazeteyi kapatmak istiyor.demokrasiye geciliyor olmasa kolay da...
derken birtakim cekisme dedikodulari; sabahattin ali'yle birlikte bir baskasi daha varmis gazeteyi cikaran, asil o yaziyormus bu herkesi kirip geciren yazilari. adi aziz nesin'mis ama anlasamiyorlarmis. arada baska birinin daha adi geciyor, pencereden girmis, kapidan cikmis, gazetenin izin kagidini yurutmus, suymus buymus, bir suru yalan yanlis soylenti.

biz sabahattin ali'yi tanidigimiz icin, sevdigimiz icin, her kim ise o aziz nesin denilen kisiye karsiyiz, sevmiyoruz onu. solun halka ulasan bu cok guclu atagi birtakim cekismelerle engellenecek diye de korkuyoruz.

bir yandan bu dedikodular ortada dolasirken ''markopasa'' gene yayinini surduruyor ama ancak 11 hafta. daha fazlasina dayanamiyor siyasal erk, kovusturmalar basliyor.

sabahattin ali ile aziz nesin'den baska mim uykusuz, orhan erkip, rifat ilgaz da gazeteyi sirtlayanlar arasinda. saf disi edilen yazarin, ya da kapatilan gazetenin yeri hemen dolduruluyor. ''markopasa''yi kapatiyorlar, ''merhumpasa'' cikiyor, onu kapatiyorlar ''malumpasa'' cikiyor, onu da kapatiyorlar. pasa cok; ''yedi-sekiz hasan pasa'', ''bizimpasa'', ''hur markopasa''

1946'dan 1950'ye kadar suruyor bu savas. sabahattin ali'nin payina once 3 ay cezaevi, sonra 2 nisan 1948'de surekli izlenmenin tedirginligi yuzunden bulgaristan'a gecmeye calisirken hudut boyunda oldurulmek dusuyor. aziz nesin'in payina da 1947'deki bir davada 10 ay cezaevi, 13 ay surgun.

yazin cevrelerimiz, yeteneklerini kabul etseler de, aziz nesin'i uzun sure salt bir gazeteci, bir gulmece dergisi yazari olarak degerlendirdiler.

kemal tahir'le birlikte kurdugu dusun yayinevi'nde birbiri ardina yayimlanan yapitlari gerci cok okunuyordu ama baskilari ya da yazim kurallari acisindan ozenilerek hazirlanmis, derli toplu kitaplar degildiler.

dili, yaziyi, yazini, yayimciligi umursamaz gorunen bir yazari, okurlarinin sevgilisi de olsa, bu alanlarda kili kir yaran yazin adamlarina benimsetmek kolay degildir. belki bazi kesimlerde sabahattin ali'yle cekistigi gunlerdeki dedikodulardan kalma bir sevgisizlik de hala suruyordu.

aziz nesin bu yazin disina itilisini dis ulkelerde oduller kazanarak asma yolunu denedi. italya'da 1956, 1957 yillarinda ust uste iki kez altin palmiye odulu'nu kazandi. gene de 1958'de turk dil kurumu odullerine gonderdigi mahallenin kismeti adli kitabinin kapagini yargicilar kurulu uyelerinden hicbirinin acmadigi anlasiliyor; kapaginda ''mizah romani'' hemen birinci sayfasinda ise ''mizah hikayeleri'' yazan bu kitap, aslinda 1 uzun, 13 kisa oykuden olusuyordu ama oyku yarismasinda degil de, roman yarismasinda, mizah romani oldugu gerekcesiyle, yarisma disi birakildi.

aziz nesin dis odullere katilmayi direnerek surdurdu. 1966'da bulgaristan'da altin kirpi, 1969'da sscb'de krokodil, 1975'de asya-afrika yazarlar birligi lotus, 1977'de bulgaristan'da hitar petar odullerini kazandi.

sekreter kullanmaya, kitaplarini yeniden gozden gecirip derli toplu basimlarini yapmaya, hele cok ozenerek yazdigi, asil onem verilmesi gereken yapitlari olarak andigi oyunlarini yayimlamaya baslayinca, icerde de odullerin birbirini izledigi goruldu; karagoz'un kaptanligi-berberligi-antrenorlugu ile 1969 karacan armagani'ni, cicu ile 1970 turk dil kurumu tiyatro odulu'nu, pirtlanan bal ile 1974 arkin cocuk edebiyati yarismasi ikincilik odulunu, yasar ne yasar ne yasamaz ile 1977 madarali roman odulu'nu kazandi.

oykuleri cok okundugu, cok arandigi icin hizli calismak zorunda kaldigini, yazdiklarini dinlendiremedigini, kaleminden ciktigi gibi baskiya gonderdigini dusunurdum. kendisi daha yirmi dorduncu kitabindayken, 27 nisan 1957 tarihli ''pazar postasi''nda soyle demisti;
''simdiye kadar yirmi dort kitabim cikti. elimde olsaydi, bunlardan secer ancak on kitap cikarirdim.''

oysa otuz yil sonra 1987'de nasil yazdigini soyle anlatti;
''aslinda sanildiginin tersine ben cok zor yaziyorum ama butum bos zamanlarimi yazmakla gecirdigim icin cok yazmamin nedeni odur ama ben kolay okutan bir yazarim. onun icin karistiriyorlar birbirine. yani bir yazinin kolay okunmasi o yazinin kolay yazildigini gostermez. tam tersine, eger bir yazi kolay ve rahat okunabiliyorsa, yazar o yazinin veya o kitabin uzerinde cok calismis, cok yorulmus demektir. onun icin benim butun kitaplarim, oykulerim, butun yazilarim on-on bes yil bekler, birdenbire yazdigim bir yazi yoktur.

aziz nesin'in kose yazarligi yaptigi, ayrica cikardigi haftalik gulmece dergilerini neredeyse tek basina doldurdugu dusunulurse, bu sozlerin hayli abartili oldugu kolayca anlasilir. yazilarini yazarken cok yorulduguna inanmamak icin hicbir neden yok amaon-on bes yil bekletmeden, birdenbire yazdigi yazilari da olsa gerek.

1972'de kimsesiz cocuklari okutmak icin aziz nesin vakfi'ni kurduktan sonra, ister istemez daha cok calismak zorunda kaldi. bugun kitaplarinin sayisi yuzu asmis bulnuyor. 1957'de soyledigi gibi, bunlari ayiklayip yariya indirebilse daha iyi olur muydu?
yazin cevreleri icin iyi olurdu elbette ama bir de aziz nesin okumanin tiryakileri var. aziz nesin okumaya doyamayanlar, hatta yalniz aziz nesin okuyanlar.onlar icin daha iyi olmazdi.,

''pazar postasi''ndaki yazida soyle bir soz de var;
''yazilarim yuzunden parca parca yatiigim hapisligin tutari bes bucuk yildir. sonunda hapse girmeden yazi yazmanin cambazligini ogrendim. ama bu, yazarlik degil, cambazlik.''

aziz nesin'i dusunurken deginmeden gecilemeyecek bir konu da turkiye halkinin yuzde altmisinin aptal oldugunu soylemis olmasidir.
''aklinizi basiniza toplayin, aptalca davranmayin, sizi insan yerine koymayanlarin ardina takilmis gidiyorsunuz, silkinin, toparlanin, kafanizi kullanin'' demek istiyor. uyandirmaya calisiyor ulkesinin insanlarini.
turkiye'de cok cesitli soylardan gelen karmasik bir halk yasiyor. aptalca davranislarimizi, hep birlikte yuzyillarca ezilmis, kulluga yargilanmis, egitimsiz birakilmis olmanin otesinde bir nedene baglayamayiz. soyacekimle gelen bir aptalliktan soz edilemez.

ama demokrasinin getirdigi olanaklar icinde bile, elli yildir, bir turlu cikarlarimizi koruyamadigimiz da bir gercek. zekamizi kunazliga donusturmusuz. zaten ''bon'' demiyor aziz nesin, daha genis bir sozcugu kullaniyor, ''aptal'' diyor. bu sozcuk ''zekasi gelismemis'' anlamina da gelir ama genellikle ''akilli'' sozcugunun karsiti olarak kullanilir.
akilli, yani gercekleri goren, dogru davranan.
aptal, yani gercekleri goremeyen, yanlis davranan.

dogru durust bir egitimden gecmemis, zekasini gelistirme olanagi bulamamis insanlarin, kucuk kurnazliklarin cercevesini kirip akilli insanlar gibi yasayabilmeleri kolay mi?

ustunde var olduklari, turlu olanaklarindan yararlandiklari bir ulkede vergi vermeden yasamak isteyenler, kendi kucuk cikarlari icin baskalarinin buyuk kayiplara ugramasina aldirmayanlar, fabrikalarinin atiklarini derelere bosaltanlar, tarla acmak icin orman yakanlar, buyuyunce ahlakli insanlar olsunlar diye kucucuk cocuklarin beyinlerini yikayarak cinlere, perilere inandiranlar, ozgurluk adina teror orgutu kurup, cocuk, kadin, yasli, genc demeden ulkesinin insanlarini oldurenler, irk, soy, inanc, tarikat, asiret, parti, dernek, okul, kulup ayrimlariyla insanlari birbirine dusman edenler
yuzde altmisa sigdirabilir miyiz dersiniz bu ''akilli'' insanlari?

aziz nesin'in kimsesiz cocuklari okutmak icin gosterdigi cabanin hicbir zaman unutulmayacagi kanisindayim.

ezbercilikle, beyin yikama yontemleriyle kucucuk yavrularin dusunme guclerini ellerinden alan uygulamalarin surekli yayginlastigi bir ulkede, cagdas, uygar, kendi adina dusunebilen, bagimsiz, korkusuz, aydin insanlarin yetismesine katkida bulunmak amaciyla varini yogunu ortaya koyan bir insan nasil unutlur!

aziz nesin baskalarinin emeginden pay alarak zengislesmis, cok varlikli bir kimse degildi.
alphonse daudet'nin ''altin beyinli adam''larindandi. beyninden son kirintilarina kadar tirnaklariyla kazidigi altinlari, ulkeme borcumu oduyorum diyerek nesin vakfi'na, kimsesiz cocuklarin egitimine harcadi.

el konulmus bir artik deger geri verilmiyor, bir beynin yoktan var ettikleri dagitiliyordu. bu da o ornek aydin sorumlulugunun bir baska yuzu.''

kaynak: adam sanat


31 Mart 2016 Perşembe

başkaldıran kurşunkalem

bitirmek için acele edilmemesi gereken kitap.

''üst sınıflardaki ağbilerden alınan bir duyumla, taksim'e çıkarken karaköy muhallebicisi'ne gelmeden, sokak ağzındaki gazete satıcısında çarli pros isimli bir porno derginin satıldığı, içeriğinin o güne dek hiç görmediğimiz fotoğraflardan oluştuğu, yaşlı hunhar satıcı amcanın dergiyi herkese vermek istemediği, alıcı olarak ısrarcı olmak gerektiği bütün okula yayılmıştı.
hemen o dergiden edinmek gerekliliği yalnız beni değil, bütün okulu kasıp kavuruyordu. o cumartesi koşarak soluğu gazete satıcısında aldım.
-çarli pros var mı amca?
-yok 
dedi satıcı sinirle
-etme eyleme amcaların amcası, kaç paraysa vericem
diye yalvararak fısıldadım
-öyle bir dergi yok defol!
diye bağırdı satıcı.
sınıftan kim sorsa aynı yanıtı alıyordu, henüz dergiye kavuşmuş olan yoktu.
çarşamba ve cumartesi öğle yemeğinden sonra ya da yemeği yemeden galatasaray lisesi'nden fırlayan güruh, gazete satıcısının önünde duralayarak, belki bu sefer verir düşüncesiyle ard arda çarli pros dergisi soruyordu. güruh dediğim bin kişiye yakın.
-öyle bir dergi yok siktirin gidin!
öyle bir dergi olmadığı, bunun ayı ismail ve arkadaşları tarafından uydurularak okulda kulaktan kulağa yayıldığı, satıcı dükkanı kapattıktan sonra anlaşıldı.'' (s.214/215)

ps: ekşi sözlük entry'lerimden.

kalemimin sapını gülle donattım

tekrar tekrar okunacak -hem de hiç sıkılmadan okunacak- sayılı kitaplardan sadece biri.

''hızla çıkıyorum sınıftan, koridorun köşesinde madam somerville'le burun buruna geliyorum. çantasında derin araştırmalara geçiyor, sonunda bir kağıt çıkarıyor. bana mektup mu yazdı, nedir? uzatıyor kağıdı. alıyorum. bir kitaplar listesi. fransızca klübü kitaplığından o kitapları istiyormuş. ben o kitaplığın sorumlusuyum. kitapları kendisine ne zaman vermem gerektiğini soruyorum, son dersten sonra uğrayıp alacağını söylüyor. kitapları hazır edip onu orada bekleyeceğimi belirtiyorum.

madam somerville'in istediği kitapları bulma işine koyuldum. daha ben dördünü bulmuştum ki, madam geldi. acele bir yere yetişmesi gerektiğini, şu an gittiği yere elinde kitaplarla gidemeyeceğini belirttikten sonra, cumartesi öğleden sonra kitapları onun evine görütüp götüremeyeceğimi sordu. öyle kalakaldım bir an, sarılıp öpesim geldi kadını. bu işi zevkle yapabileceğimi söyledim, ''zevkle'' sözcüğünü özel vurgulayarak. madam bir kağıda adresini yazdı. adres yazdığı kağıdı donuma sokasım olduysa da özenle cüzdanıma yerleştirdim. karı beni cumartesi öğleden sonra evine davet ediyor, kitap da işin vitrini. zevkten çıldırmak üzereyim.

cumartesi son dersten sonra hızla fransızca klübü'ne gittim. cumadan hazırladığım oniki kitaptan oluşan yüzgörümlüğü paketimi bir torbaya yerleştirdim ve çıktım okuldan. cihangir'e doğru mutlu bir yürüyüşe koyuldum. acele etmemeye uğraşıyorum fakat adımlarım, ayağımda olmayan nedenlerle hızlanıyor.

zili çalıyorum. 
-qui c'est? diyor somo. birden kendimi toparlayarak
-c'est ferhan!
-ah, bonjour ferhan, montez s'il vous plait! gel yukarı lütfen diyor. geliyorum canım.

madam somerville mini bir sabahlıkla kapıda, gülümsüyor. ben hemen kapıda öpüşeceğimizi, doğrudan yatak odasına geçeceğimizi düşünüyorum. somo daha çok kitaplarla ilgili, istediği kitapların hepsini bulup bulamadığımı soruyor. hepsinin tamam olduğunu belirtiyorum. tek tek hepsine bakıyor. kitapların hepsini inceledikten sonra, bana teşekkür ediyor. sanki postacıymışım gibi, iyi günler dileyip gitmemi bekler gibi bakıyor gözümün içine. daha doğrusu benim için çıldırıyor fakat beni içeri davet etmeye utanıyor. soyunmuş, hazırlanmış beni bekliyor, ben hıyarca içeri girme cesaretini gösteremiyorum. kadın da haklı olarak benden bir atılım bekliyor. hayatımın en tehlikeli atılımını yaparak, bir bardak su rica ediyorum. bunun üzerine somo beni içeri davet ediyor, hemen girişteki mutfağa alıyor. bana su vermek üzere, yere yakın mini buzdolabına eğiliyor, evet, donu monu yok, soyunmuş beni bekliyor işte. daha o buzdolabından suyu çıkaramadan gidip sarılıyorum arkasından. somo birden beklenmedik bir şekilde dönüyor ve bana çok sert bir tokat atıyor. bombok oluyorum.
-pardon madame diyorum.somo bağırarak, hakaret ederek beni evinden kovuyor.''

ps: ekşi sözlük entry'lerimden.


mazhar olmak

neden daha önce kimse tarafından yapılmamış dedirten ve mazhar alanson'un boşuna ''mazhar'' olmadığını gösteren kitap.

zaman zaman (yaptığı parçalar konusunda) tekrara düşse de bana öyle geliyor ki hep inceden bir gönderme yapıyor mazhar alanson.

nasıl da aşığım sana bir bilsen
nasıl sarılmak geliyor sana içimden
sensin elbette daha çok bilen benden
nasıl özledim seni bir bilsen
bir acayip haldeyim

çekirgelerle arasında bir bağ var bu adamın. kendi el yazısından; 

''bir gün mekke'de bir tavaf çakmaya (''bunlar oradaki manevi sarhoşluktan kötü niyetle sözlenmemiş sözler'') gidiyorum. baktım yerde mevta bir çekirge. aldım cebime koydum. o yıl dış avlu full çekirgeydi. ölü çekirgeyi cebime hatıra olsun niyetiyle alıp tavaf ettim. dönüşte çekirgeyi aldığım yere yaklaşırken birden aklıma geldi, ya bu çekirge ben istanbul'a döndüğümde büyümüş bir şekilde rüyamda görürsem ve bana -ulan beni ne getirdin buralara, ne güzel mekke'deydim derse diye korktum ve mevta çekirgeyi aldığım yere bıraktım.''

''1999 manastır otel'de tek ayağı ayağına yapışmış bir çekirge. krem sürüp yumuşatıp cımbızla ayırmak istiyorum. sağlam ayak elimde kalıyor. kendimi çekirge katili sanıyorum.''

''havuzda minik bir çekirge boğulmak üzere. ellerimle altından tutup havuzun dışına attım, heyecanla tekrar kendini havuza attı. gene aldım uzağa attım. gene geri atlarsa havuza kendi bilir.''

son kısımdan bir bölüm; 

''akşam 20.30 da girdik 23.10 da çıktık. nereden çıktık? teravi namazından. neredeydik? medine'de. haydaa! benim gibi bir serserinin burada ne işi var. değişik bir psikoloji bir felsefe değil imanoloji.

dışarı çıkıp bir sigara tellendirmeden önce hocanın duası yarım saat sürüyor. eller açılmış dua ediyoruz. ellerim karıncalandı gibi geliyor, takkeme bir şeyler damlıyor sanıyorum. tepeye bakıyorum üstü kapalı. kafayı mı yiyorum yoksa rahmet denen şey patır patır yağıyor mu. dua arapça olduğu için bir müddet sonra hocanın söylediklerine içimden türkçe duaya başlıyorum.allah'ın dili diye bir şey yok, o türkçe de, ingilizce de hepsini anlar deyip dalıyorum emir kipi konuşmaya. ver allah'ım ver. 

bir yandan da böyle istemeye çok utanıyorum. kredi kartının bankada karşılığı yok. dua dediğin allah ile konuşma. fazla laubali olmadan aklıma geleni istiyorum. benim dua bitiyor hocanın duası devam ediyor..''

ps: ekşi sözlük entry'lerimden.

6 Mart 2016 Pazar

30 yaşından sonra anlaşılan gerçekler

bundan sonra insana dair hicbir seyin seni sasirt(a)mayacagi

''anlasilmak'' istemeyi bir an once gecmen gerektigi

her durumda yapilabilecek bir sey oldugu

arkadas ve dostun onemi

hayır demenin dayanilmaz hafifligi

kafasi mesgul insanlarla birlikte olmanin rahatligi

"bir sey soyleyemiyorum" diye baslayan bir cumleden sonra cok sey soylendigi

söyledigin/yaptigin seylerin arkasinda durmanin artilari

cikilan yolda karsi tarafi yuzustu birakmamanin onemi

mutlu oldugunda hemen karsindakinin canini yakmana gerek olmadigi

kendine inanman, kendinden vazgecmemen gerektigi (yapamayacagin sey olmasin, olursa onu da yap)

sana deger veren insanlari ayri bir yere koymanin onemi

gitme isini dogru yapmanin rahatligi

bir konuyu konusup, cozume ulastirmadan oylece birakmanin etkileri

ortak olmasa da bir noktaya/yere varabilmenin onemi

sayginin ne kadar onemli oldugu

yapip edip sonrasinda hicbir sey olmamis gibi davranan insanlari hayatindan cikarmanin geri donusleri

kendine, ugraslarina, arkadaslarina zaman ayirmayan birinin hayatina dahil olmaman gerektigi

yeri geldiginde siktir etmenin ne kadar gerekli*oldugu

her zaman kendi yaptiklarina donup bakman gerektigi 

tek tarafli cabanin hicbir ise yaramadigi gercegi.

not: ekşi sözlük entry'lerimden.

lizbon'a gece treni

yola cikis, karsilasma, deneme, geri donus bolumlerinden olusan, zaman gectikten sonra, icine aldiginizi notlarin uzerinden gececeginiz okunasi kitap. 

''yasadigimiz binlerce seyden olsa olsa bir tanesini dile getiririz, onu da gelisiguzel ve hak ettigi ozeni gostermeden yapariz. dile getirilmemis butun o deneyimlerin arasinda hayatimiza belli etmeden bicimini, rengini ve tinisini verenler de vardir. bizler, ruhlari arastiran arkeologlar olarak, bu hazinelere yoneldigimizde, onlarin ne kadar daginik olduklarini kesfederiz. inceledigimiz sey, kimildamadan durmak istemez, kelimeler yasananin uzerinden kayip gider, sonunda kagidin uzerinde bir suru celiski kalir. uzun zaman, bunun bir eksiklik, ustesinden gelinmesi gereken bir sey olduguna inandim. bugunse durumun baska turlu oldugunu dusunuyorum: bu bildik ama yine de gizemli deneyimlerin anlasilabilmesi icin gecerli cozum yolu, daginikligi kabul etmektir. kulaga tuhaf geliyor bu, evet, hatta aykiri, biliyorum ama olaya bu acidan baktigimdan beri ilk kez gercekten uyanik ve hayatta oldugumu hissediyorum.''

not: ekşi sözlük entry'lerimden.

mutluluk

saatlerden kurtulmak, telefonlari kapatmak, icindeki cocugu dinlemek, her turlu zorunluluktan/kosusturmadan/ stresten/dusunceden uzak yalinayak yurumek, hafif bir bosvermislik hali, deniz kabuklariyla anlamli/anlamsiz objeler yapmak, maviye bakan bir teras, lavanta kokusu, duygusal ve fiziksel olarak arinmak, gunese teslim olmak ve her seyden onemlisi bunlari yapmaktan keyif aldigin insanla zamani durdurabilmek.

not: ekşi sözlük entry'lerimden.

hayat

haketmedigin seyleri ''ic''in kabul etmediginden yutamazken, birak ustune ufak bir sey koymayi, 
-o kadar dolusundur ki- 
ufacik bir seyi bile cikarip, icinde yer acamamaktir. 
ya yutacaksin. susuz... ya da derleyip/toplamadan, kısaca; hic ugrasmadan, en onemlisi; icinde biriktirmeden, ve sonunda; zamana birakmadan, herkesin hakettigini 
-alinir/kirilir diye dusunmeden- 
soyleyerek, mis gibi bir hayat yasayacaksin.

not: ekşi sözlük entry'lerimden.

hiç için metinler

ic sesiyle barisik olanlarin daha rahat okuyacagini dusundugum eser.

''her seyi bir yana birakmadan once elimden geleni yapabildim mi ogrenmek isterdim dogrusu. her yani derken, disari suzulme zamanimi beklerken, bulunma olasiligimin oldugu, eskiden gizlenip durdugum, sinanmis ve guvenlikli yerlere gonderme yapiyorum, iste buydu soylemek istedigim her yani derken.

eskiden derken hala devinebildigim, kendimi deviniyor gibi duyumsadigim gunlerden soz ediyorum, cok zor devinebiliyordum, gucluk cekiyordum ama hic kuskusuz yer degistirebili-yordum, agaclar taniklik ediyordu buna, kumlar, doruklarin havasi, kentin kaldirim taslari da taniklik ediyordu. bu anlatim umut verici, gecen yilkini animsatiyor bana, her seye karsin dinginligimi korudugum gun ve geceleri, bir ileri bir geri yurudugum su gereksiz yolu, cilginliklarimin ortasinda olum sessizligine burunerek, bulutlarin arasindan bakmis, kisa ve zahmetsiz sanmistim onu. 

sorum, bir sorum vardi, oyle ya, denedim mi her seyi, goruyorum hala onu ama havadan daha hafif, ayisiginda, tavandaki pencerenin onunden gecisine benziyor bu. hayir, kendine ozgu bir bicimde gecip gidiyor, iyi taniyorum onu, aksamlari gozlerinizle izlediginiz bir golgeye ozgu gecisi, kafaniz daginik, evet, iste boyle, akliniz baska yerde, gozleriniz de oyle, dogruyu soylemek gerekirse gozleriniz de baska yerde.''

not: ekşi sözlük entry'lerimden.

fakat müzeyyen bu derin bir tutku

icimizdeki ''cit''lara en net/guzel cevabi veren roman.''her sey iyi giderken konunun bir yerde boka sarmasi, yani kopmasi"

''bir yerimden dumanlar cikiyordu. fazlaca iyiydim. bunun acisi sonra cikacak, kainatin tum yangin tarihleri bir araya gelip tek cilt olacaklar, kapakta da kendi kulunden yeniden dogan,aldirma gonul kusunun resmi yer alacakti.

ne olmustu da, ''seninle dunyanin her yerine gelirim'' diyen muzeyyen, durdugu yerden cekip gitmelere baslamisti. nerelere gidiyordu? gelirken getirdigi bakislar ne dalgaydi? hangisi muzeyyen'di? ya da muzeyyen kimdi? ilk tanidigim kimdi, simdiki kim?''

not: ekşi sözlük entry'lerimden.

var olmanın dayanılmaz hafifliği

kitapligimin en gorunur yerinde duran kitap. hala ara ara karistirir, icine biraktgim notlara bakarim.

''sadece bir tek hayat yasadigimiz icin bu hayati oncekilerle karsilastiramaz ya da kusurlarimizi gelecekteki hayatlarimizda gideremeyiz; bu nedenle de ne istedigimizi bilemeyiz.''

not: ekşi sözlük entry'lerimden.

dubliners

''gecmisi dusunuruz, gencligimizi, degisiklikleri, bu gece ozledigimiz, aramizda olmayan yuzleri. hayatta yurudugumuz yol boyle bircok acili aniyla doselidir. eger hep bu dusuncelere dalip gidecek olsaydik yasayanlar arasinda isimizi cesaretle yapacak yurekliligi bulamazdik. hepimizin yasayan odevleri ve yasayan sevgileri var ve bunlar, hakli olarak, bizim zorlu cabalarimizi talep ediyor.''

not: ekşi sözlük entry'lerimden.